9 Aralık 2010 Perşembe

Antik Kediler

  Bugün bi arkadaşımla Taksim'in arka sokaklarındaki antikacılarda gezdik, çok özel bir şey arıyorduk nitekim sonunda da bulduk.Gezmekle de kalmadık bir sürü fotoğraf çektik.Her adımda bir kediye rastladık, onlar poz verdi ben de çektim.İşte bugünün kısa bir özeti;








4 Aralık 2010 Cumartesi

Büyüleyici Gezegen

  Bayram tatili,dersler,vizeler derken farkettim ki uzun zaman olmuş yazmayalı.Yorucu geçen ama sonuçlarıyla beni mutlu eden bir vize dönemini hazır geride bırakmışken umuyorum ki paylaşımlarımı artıracağım sizinle.Bayram tatilinin hemen öncesinde bu yazımda da bahsettiğim gibi uzun zamandır istediğim fotoğraf makineme kavuştum.Daha çok yeniyim bu konularda ancak internetten sürekli çekim teknikleri üzerine araştırma yapıyorum,ayrıca birçok fotoğrafçılık sitesini takip ediyorum.Bu yazımda size geçenlerde bulduğum iki siteden bahsedicem.

  Bunlardan ilki olan Amazing Planet açılış sayfasıyla birlikte beni büyülemeyi başardı.Forrest Gump'ın soundtracki eşliğinde sizi 18 fotoğraftan oluşan bir yolculuğa çıkarıyorlar.Sonrasında gallery'e tıklarsanız eğer istediğiniz ülkeyi seçebilir ve orada çekilmiş fotoğrafları görebilirsiniz.Şahsen Greenland'da çekilmiş buzullara bakmanızı öneririm.Favorites kategorisinde de yine fotoğrafların hepsini birarada bulabilirsiniz.Exhibitions bölümde ise çeşitli ülkelerde yapılan sergileri hakkında bilgi alabilir ve belki o sergilerden birine katılabilirsiniz.Gezegenimiz gerçekten büyüleyici bir doğaya sahip bunun bilincinde olmalı ve onu korumalıyız.

  Diğeri ise bir yerin günlük siklus'unu gösteriyor bizlere.Örneğin Pievepelago-Lago Santo parkında bi yere yerleştirilen kamera ile günün değişik saatlerinde çekilen fotoğraflar birleştirilerek oluşturulan döngüyü görebilirsiniz.İçlerinde Venedik'in de bulunduğu beş farklı yer dahil edilmiş bu siteye.Bana ilginç gelen bu döngü belki sizin de ilginizi çekebilir.

  Son olarak ise dün gölette çektiğim bir fotoğrafla yazıma son veriyorum...

15 Ekim 2010 Cuma

Kesin Türk'tür!

  Bugün otobüsle eve dönerken yine 1,5 saat süresince otobüsteydim ve yine psikolojik olarak çeşitli buhranlara girip çıktım.Bildiğiniz üzere otobüste hep farklı insanlarla yanyana oturursunuz, trafik sıkıştığında dert ortağı olursunuz, hapşurunca biri çok yaşa dersiniz yani güçlü bağ vardır aranızda.Bugüne kadar hep belirli bir insan profili olurdu otobüste yaşlı teyzeler, üniversiteli öğrenciler vs.Ama bugün adeta karma bi yere düşmüştüm.Alt kat en arkada oturuyordum bir yanımda çakma louis vuitton çantalı iPhone'u elinden düşmeyen pür makyaj tipik bir bahçeşehirli kız; diğer yanımda siyahlara bürünmüş, kıpkırmızı saçlı, son ses müzik dinleyen bir metalci kızımız; karşımda ise yaşlı bir amca ve onun yanında da Güney Koreli olduğunu tahmin ettiğim bir çocuk.Nası ama cidden karma olmuş dimi.Neyse asıl konumuz bu değil, Güney Koreli arkadaşın yanında oturan ve ağzını yüzünü çeşitli hallere sokarak ingilizce konuşmaya çalışan Türk kızı, evet gerçekten bir sorundu bu.Ben de bu yazımı ona ithaf ediyorum izninizle.
  Güzide yurdumuzun sınırları dışına çıktığınız an Türkleri nasıl tanırsınız biraz bahsetmek istiyorum, bizzat yaşadığım örneklerdir.
  *Eveet bildiğiniz gibi mükemmel bir aksanımız var aslında bunda pek örneğe ihtiyacımız yok bir Türk İngilizce konuşmaya başladığı an anlarsınız ama özellikle etrafınızda 'bikausssssz' diyen birini görürseniz emin olun ki o da sizin gibi Türk'tür.
  *Yabancı arkadaşlarınızla topluca yemek yediğiniz bir anda bıçağı olmasına rağmen tabağındaki yemeği çatalıyla bölen genç evet biliyorum ki sen de Türk'sün.
  *Türkçe'de vurgular önemlidir ve belki dilimizin güzelliği, dolu dolu konuşmamızı sağlayan şey de vurgudur.Ama Almanca olsun İngilizce olsun bu tarz dillerde bu vurgu olayı pek yok, bu yüzden duygularınızı anlatmada sınırlandırılıyorsunuz.Mesela şaşkınlık belirtiniz 'wow', 'oh incredible' vs. olabilir ancak bunu ne derece şaşırmış bir biçimde söyleseniz de olmaz kendinizi yeterince şaşırmış hissetmezsiniz.İşte bu gibi durumlarda devreye Türk vurgusunu İngilizce'ye uygulamak girer.Sabah sınıfa mı giriyorsunuz kocaman bir 'gud morniiiing' deyin ya da şaşırdınız mı bütün şaşkınlığınızla 'riliiiiiiiiiiiiiy' deyin.Evet ben de Türk'üm ve ben çok yaptım bunları.
  *Ve asıl mesele birbirini tanımayan iki Türk'ün karşılaşmasıdır ki çok sık başınıza gelebilir.Ya tipten anlaşılır(bunla pek karşılaşmadım tipimden çok anlaşılmıyor benim) ya konuşmalardan.Evet o an ülkenizden uzak olmanın verdiği özlemle yurtdaşınızla sohbete başlarsınız.Çok mutlusunuzdur, nereli olduğunu, nerde oturduğunu sorarsınız ayaküstü arkadaş olur; dönünce görüşmek üzere sözleşirsiniz ve asla görüşmezsiniz.Ama o mutluluk size bir sonraki Türkle karşılana kadar yeter merak etmeyin.
  *Herhangi milletten bir arkadaşınızla konuşurken size başka bir Türk arkadaşından öğrendiği kelimeleri söylemek ister, siz merakla ne söyleyeceğini beklerken o en okkalı küfürlerden birini söyler ve sakın şaşırmayın ve gülün geçin.Bunu yapan da sadece biziz sanırım.
  *Son olarak yorgunluktan bir duvar dibine çömelmiş birini görürseniz, evet arkadaşım biliyoruz ki sen de Türk'sün.
  Türk olmak güzel her yerde ve her zaman güzel.Yurda döndüğüm an nerdeyse yerleri öpecektim, insanların yüzüne öyle mutlu bakıyordum ki, herkes benim gibi Türk'tü çünkü.Yardıma ihtiyacınız olsa koşup gelir herkes dimi, ama sözde asil ev sahibem Karen zorlandığımı göre göre bavulumun ucundan tutmamıştı bile, ne varsa Türk'te var arkadaş.
  Not:Bu arada başta bahsettiğimiz otobüsteki kadın vardı ya otobüsteki gürültüden duyamamıştım ama inerken anladım ki meğerse Korece konuşuyormuş, Korece zor ya nasıl öğrenmiş helal olsun, varsın ağzını yüzünü çeşitli hallere sokarak konuşsun.

2 Ekim 2010 Cumartesi

Bayram Japonu-3


  İlk günün yorgunluğu atamadan gezimizin ikinci gününe başlamıştık.Aslında sıradan bir kahvaltı hazırlamıştı annem domatesli, peynirli, yumurtalı, nutellalı klasik bir kahvaltıydı ama sabah kahvaltılarında haşlanmış pirinç yiyen milletten gelmiş birine bu kahvaltı bir hayli ilgi çekici gelmişti.Normalde domates yemeyen Mayuko burda domates yemeye başladı, bkz.hormonsuz lezzetli Türk domatesi.Kahvaltının ardından yola koyulduk.Onu önce okuluma götürdüm, çapanın içinden geçip tramvaya bindik ve Sultanahmet'e geldik.Ama oraya varış saatimiz tam cuma vaktiydi ve Sultanahmet o kadar kalabalıktı ki bırakın camiye girmeyi etrafta yürümekte bile zorlanıyorduk.Camideki insanların dağılmasını beklerken ordaki küçük turistik eşyalar satan dükkanları gezdik ve Mayuko kendine bir Osmanlı köşesi oluşturacak kadar çok şey aldı.Camiye giremedik ama hemen yandaki türbeyi ziyaret ettik.Tavandaki ve duvarlardaki motiflere, Arapça yazılara ve tarihi camiye hayran kaldı Mayuko.Ordan çıktık ve Ayasofya'nın kapısında sıraya girdik, Sultanahmet'e nazaran daha az kalabalıktı burası.Uzun sırada beklerken ikinci bir kapıdan insanların hiç beklemeden içeri girdiğini gördüm.Oraya geçtik ve evet müzekartımı aldığım günden beri ikinci kez kullanmış oldum böylece,Mayukoya da biletini aldık ve geçtik içeri.Ayasofya'nın eskiden bir kilise olduğunu sonradan camiye dönüştürüldüğünü anlattım ona.Benim de ilk gidişimdi ve onlarca turist grubunun arasında biz de birer turisttik artık.İki katlı caminin her yerini dolaştıktan sonra 'camileri mi yoksa kiliseleri mi daha çok beğendin Mayuko' diye sordum ve cevabı camii oldu,bu cevapta görkemli camilerimizin rolü büyük sanırım.Sonrasında Taksim'e doğru yola çıktık, İstiklal Caddesi'nde yürüdük ve dürüm yedik.Önceki gün kumpire bayılan Mayuko bugün de dürüm-ayran ikilisine bayılmıştı.Sanırım bütün yemeklerimiz çok lezzetli yani biz gittiğimiz ülkelerde her şeyi yiyemeyiz yesek de hepsini beğenmeyiz ama bu kız ne yese beğendi.Biraz da alışveriş yaptıktan sonra eve döndük.Akşam yemeğinde annem köfte ve pilav yapmıştı, pilava yağ koyduğumuzu öğrenen Japoncağız hayretler içinde pilavın tadını çıkardı ve ikinci günümüz de böylelikle sona erdi...

Bayram Japonu-2

  Bayram tatili süresince beni ziyarete gelen Mayuko'yla ilk günümüzde boğaz turu yaptık, iki saat süren turun sonunda oldukça etkilenmişti ve Asya kıtasına yaklaşmak sanırım onu duygulandırmıştı.Boğaz turu sonrası Eminönü'nden tünelle Taksim'e çıktık.Londra'da London Eye'a, Paris'te Eifel Kulesi'ne çıkılırsa İstanbul'da da Galata Kulesi'ne çıkılır diyerek kulenin yolunu tuttuk.Bilet almak için sıra beklerken, önceki gün havaalanında gördüğümüz bir hayli dikkat çeken kaslı vücuda sahip turist abimizi bir daha görmenin şaşkınlığıyla 'dünya küçük' yorumlarımızı da yaptıktan sonra kulenin tepesine çıktık.Evet manzara mükemmeldi, her yeri görmek mümkündü ama benim dikkatimi asıl çeken şey kulenin etrafında tur atmamızı sağlayacak olan balkon tarzı yerin dapdaracık olmasına rağmen sevgili vatandaşlarımızın nedense ok işaretlerinin tam tersi yönünde gidip orada da trafiği felç etmesiydi.Yahu zaten daracık yer herkes okları takip etse nolur dimi, ha bir de orda durup fotoğraf aşkıyla yanıp tutuşanları saymıyorum bile.E durum böyle olunca zaten duruyoruz diye biz de bir kaç fotoğraf çekinmedik değil.

  Kulede de bir saate yakın zaman geçirdikten sonra karnımızı doyurmak için Ortaköy'e doğru yola çıktık.Ama bayramın birinci günü olması herkesin dışarda olması için yeterli bir sebepti ve tahmin edileceği gibi dışardaki kalabalık trafiğe de yansımıştı.Normalde on beş dakikada gittiğimiz yolu kırk dakikada gittik ve acıkan karınları doyurmak için kumpircimize koştuk.Hayatında ilk defa kumpir yiyecek olan Mayuko'yu Ortaköy Camii'nin hemen yanında manzara ve kumpiriyle başbaşa bıraktım.Amacımız kumpirden sonra waffle da yemekti ama nerde biz de öyle mide elbette yiyemedik.Sonrasında Taksim'e geçtik ve ordan otobüse bindik.Yolda annem aradı bayram gezmesine gideceğimizi söyledi böylelikle Mayuko'ya da bayramın nasıl olduğunu gösterecektik.Gitmeden önce ona el öpmeyi ve bayramla ilgili birkaç küçük şeyi açıklamıştım.Gittiğimiz yerde herkesin elini öptü ama harçlık vermelerine çok şaşırdı.Tabağındaki revani, kurabiye vb. tüm tatlıları bitirdi tam bayram gezmesi oldu anlayacağınız.İlk günün yorgunluğuyla eve vardık ve hemen uykuya daldık.İkinci gün daha da yorucu olacaktı çünkü...

22 Eylül 2010 Çarşamba

Fotoğraf Merakı

  Sen de mi! diyebilirsiniz ama demeyin çünkü evet ben de profesyonel fotoğraf makinalarına çok ilgiliyim bu sıralar.Dört aya yakın bir süredir düşünüyordum makina almayı ama baktım harçlıkları biriktirme durumum da müsait olunca sıkı bir araştırma işine koyuldum.Öncelikle yakın çevredeki teknosa, gold vb. teknoloji marketleri arasında mekik dokudum, bu sırada fiyat aralığını da iyice öğrenince teknik araştırma kısmına geçtim.Bir arkadaşımın önerdiği bu site gerçekten çok güzel, baya bilgilendim bu site sayesinde,Gökçe'ye burdan teşekkürü bir borç bilirim.Bin liraya da var on bin liraya da, tercih sizin tabi ama yine de bu kadar farklı özellikteki makinaları görünce büyülenmemek elde değil.Nikon D5000 ile Canon EOS 500D arasında gidip geliyorum ama önümüzdeki iki ay içinde kararımı verip bunlardan birine sahip olacağım, umarım..

Canon EOS 500D DSLR   Fotoğraf çekmek güzel şey; yaratıcılığını kullanmanı sağlar, çektiğin her fotoğrafla mutlu olursun, eğlenirsin eğlendirirsin güzel bir uğraş işte.Mesela ben hiç güzel resim yapamam, ama belki güzel fotoğraf çekebilirim bkz.tablo gibi fotoğraflar.Neyse işte öyle yani bu yazımda şu sıralar gerçekten kafamı çok meşgul eden sürekli internette vakit ayırdığım bi konuya değinmek istedim, başka bir yazıda görüşmek üzere.

17 Eylül 2010 Cuma

kısa bir ara

  Turist rehberliği yaptığım bayram yazıma devam etmek isterdim ancak aniden alınan bir kararla şu an Kayseri'deyim.Malum bu sene diş hekimliği fakültemin dört aya yaklaşan bir yaz tatiline girmesi başlarda sevindiriciydi.Bu süre içinde Kayseri'ye geldim,İngiltere'ye gittim, geldim koskoca bir ramazan geçti, yetmedi nasılsa daha 3 haftam daha var diye tekrar buraya geldim.Ama burdan yetkililere sesleniyorum artık okul açılsın ve bir daha bu kadar uzun bir tatil olmasın bünyem 3 aya alışkın bu biraz fazla geldi.Burda pek sık internete giremiyorum İstanbul'a gidince tekrar yazacağım.

12 Eylül 2010 Pazar

Bayram Japonu-1

  Uzun zamandır böyle yağmur yağmamıştı sanırım.Gök gürültülü ve ıslak bir 12 Eylül'de oyumu kullandıktan sonra bir süredir zaman ayıramadığım blogum aklıma geldi ve hemen yazmaya başladım.Dil okulu için gittiğim Cambridge'de tanıştığım ve orda kaldığım süre boyunca en yakın arkadaşım olan Mayuko, planladığı 10 günlük tatilinin bir kısmında beni görmek için İstanbul'a geldi.Bayram süresince burda olan Mayuko'yu bu sabah uçağına bindirdik ve İngiltere'den dönerken yaşadığım bir daha görüşüp görüşememe belirsizliğini şu anda da yaşıyorum.İlerleyen satırlarda birlikte geçirdiğimiz dört günün özetini ve ilginç yanlarını bulabilirsiniz.
  Çarşamba günü 14.30 otobüsüyle havaalanına doğru yola çıktım, aslında erken bir saatti daha uçağının inmesine iki saat vardı ama ramazan boyu evde oturmanın verdiği sıkıntıdan olsa gerek erkenden çıktım evden.Dış hatlar geliş bölümündeki o büyük kapının önünde yakınlarını bekleyen kalabalığın arasına biz de karıştık Aytaç'la.Ben heyecanla kapıdan her çıkana acaba Mayuko olabilir mi diye bakarken bir anda ufacık bir Japon çıktı kapıdan.Ben kalabalığın arasından ismini söylediğim anda incecik sesiyle 'pinar' diyerek bana koşmaya başladı, hatta o kadar heyecanlanmıştı ki arkasında beklediğim bariyer onun için bir engel değildi.Kalabalığın şaşkın bakışları arasında, ben Türk usülü uzun sarılma faslı beklerken, İngiliz usülü kısacık sarıldık.
  Havaalanından çıkıp metroyla Şirinevler durağında indik, bana göre karmaşanın ve trafiğin merkezi olan bir yerde her binaya sanki Eifel kulesini incelermiş gibi bakması, otobüslerin üstündeki 'İstanbul Büyükşehir Belediyesi' yazılarının fotoğrafını çekmesi onun bir Japon olduğunun kesin kanıtıdır.Hayatında ilk defa minibüs ve simit gördüğündeki şaşkınlığı ise görülmeye değerdi.Elbette, bizi o durakta gelmeyerek bir saat bekleten E-57 yine beni şaşırtmadı.

  İftara on dakika kala eve vardık.Yolda ona oruçtan biraz bahsetmiştim, yaklaşık on altı saatlik bu aç kalma durumunu hala anlayamamış olan Mayuko, ezanı duyduğu an korkuyla karışık bir şaşkınlık yaşadı.Türk yemeklerinin methini bilerek gelmişti ve annem bu kanıyı yalancı çıkarmayarak Mayuko'ya dört günde iki kilo aldırmayı başardı.Kırmızı biberi, bulgur köftesini, yeşil zeytini, simidi; ince belli çay bardağındaki çayını ilk defa tattı, hepsine hayran kaldı.Yemekten sonra çeyrek final maçının başlamasını beklerken, Çocuklar Duymasın'daki Hüseyin'in göğüs kıllarını gördüğü an 'pinar neden Türk erkeklerinin göğsünde sakal var?' diyerek beni çok güldürdü.Gerçi kız haklı yani erkeklerin tüysüz olduğu bir ülkeden sonra bir anda Hüseyin'i görmesi hoş olmadı onun için.
  Biraz daha sohbet ettik, Cambridge'deki son gelişmeleri anlattı bana, gece yarısını biraz geçerken yattık.Ne de olsa benim rehberliğimdeki '3 günde İstanbul turu' ertesi gün başlıyordu.İngiltere'ye giderken, orda bu kadar iyi arkadaşlarım olacağını ve daha döneli 1 ay olmadan içlerinden birinin Türkiye'ye beni ziyaret etmeye geleceğini tahmin etmemiştim, ama çok iyi çok da güzel oldu bence.Sonraki üç gün çok yorucuydu ve bir o kadar da eğlenceliydi, devamı yarın kuşağı gibi oldu bu yazım ama gerçekten devamı yarın...

28 Ağustos 2010 Cumartesi

en tuhaf koleksiyonlar



  Sanırım küçükken herkes sevdiği şeylerin koleksiyonunu yapmıştır.Belki oyuncak araba, belki sticker, belki de futbolcu kartları.Benim de küçükken bu tarz koleksiyonlarım vardı ve hala bazı şeyleri biriktirmeye devam ediyorum.Mesela gittiğim her ülkeden oraya ait değişik anahtarlıklar alırım, eminim birçok kişi bunu yapıyordur ama benim en çok önem verdiğim koleksiyonum bu.Yukarda da resmini görüyorsunuz, belki şu an çok az ama gezip gördükçe sayıları artıcak.Böylece oralara ait anılarım hep canlı kalacak.

  İnternette biraz araştırdım insanlar nelerin koleksiyonlarını yapıyorlar diye ve 'dünyanın en ilginç 17 koleksiyonu'na rastladım ve paylaşmak istedim.Örneğin Valli Hammer isimli bu kadın evdeki, genelde bebeklerin banyolarında onlara eşlik eden, plastik ördeklerinin sayısını biraz abartmış sanki tam 2,469 tane ördeği varmış.


  
  Bu ise en ilginçlerden biri bence, tost makinası koleksiyonu.Jens Veerbeck tam 600 farklı model tost makinasını toplamış.

  Karen Ferrier isimli bu kadın ise ilk bakışta bana Cruella de Vil'i hatırlattı.Çünkü kendisi 3,500 adet dalmaçya desenli objeyi biraraya toplamış.





   
  Bunlar en tuhaf 17'nin bana en ilginç gelenleriydi.Eğer geri kalan koleksiyonları da görmek istiyorsanız bu siteyi ziyaret edebilirsiniz.Umarım size de ilginç gelmiştir...

24 Ağustos 2010 Salı

kisış değil 'kısır'!


  Kaldığım altı hafta süresince sadece iki haftasonumu Cambridge'de geçirdim.Ve bu haftasonlarımı da bir şekilde değerlendirmeliydim sonuçta az bir süreliğine oraya gitmiştim.Haftaiçinde sınıfımdaki Güney Koreli arkadaşlarımdan Litz bana Türk yemeklerini çok merak ettiğini söyledi ve haftasonu için beni ve başka birkaç arkadaşımızı daha evine davet etti.Normalde benim gibi kısa süreli gidenler okulun ayarladığı hostfamily'lerde kalıyor ancak Asya'dan gelen öğrencilerin süresi altı ay ve bir sene arasında değiştiği için, çoğunlukla birkaç arkadaş birleşip ev kiralamayı tercih ediyor.Biz de anlaştık ve cumartesi günü 'ev partisi' yapmaya karar verdik, ancak benim yemek yapmakla pek aram olmadığı için kara kara ne yapıcağımı düşünüyordum.Sonunda kısır yapmaya karar verdim, hem kolay hem de Türkiye'ye özgü bir şeydi.Benden başka Japonlar ve Koreliler de yemek yapıcaktı.

  Cumartesi sabah kızlarla alışveriş için sözleştik, tabi önce alışveriş yapmak lazımdı, burda bi arkadaşınızın evine gidip de hadi bir kısır yapalım gibi değildi olay.Oranın migrosu sayılabilecek Asda'ya gittik, her malzememi tek tek seçtim, daha sonra onları bisikletlerimizin sepetine yükledik ve yola koyulduk.Eve vardığımızda Kore misafirperverliğine beni çok şaşırttı.Aynı bizde olduğu gibi misafirlerini kapıda karşıladılar, hemen torbalarımızı alıp mutafağa götürdüler.Bisikletlerimizi park ettikten sonra biz de hemen mutfağa geçtik.Tezgahın bir tarafında ben kısır için uğraşırken diğer tarafta da Mayuko ve Rie okonomiyakiye başlamışlardı.Litz biz gelmeden çorbayı hazırlamış tabi bize yardım etmek için mutfaktaydı.Bu arada sürekli kapı çalıyor ve eve çekik gözlü akını devam ediyordu.Kısırı bitirip içeri geçtim, o sırada okonomiyaki de hazırdı ve hemen masaya oturduk.Ama büyük bi sorun vardı, sekiz kişiydik ve sadece dört tane çatal vardı.Ben telaşla içerde çatal arıyordum ancak masadaki bir düzine chopstick'i görünce Korelilerin evinde olduğumun farkına vardım ve yemeğe başladık.Hepsi (belki yemek sayılmaz ama) ilk kısırımı çok beğendiler ve adını sordular.Kısır dedim ama ilginç bir şey var ki bu yabancılar sonu 'r' ile biten kelimeleri söyleyemiyorlar buna alışmıştım çünkü bana da 'Pınaş' diyorlardı.Neyse kısır demek için çok uğraştılar ama kisıs, kesış ve kisış diyebildiler sadece.Okonomiyaki ve şu an adını hatırlayamadığım Kore çorbası da çok güzeldi.Yarım saaat geçmeden yemekleri bitirdik, bu sefer yemek yapanlar oturdu ve diğerleri bulaşıkları yıkadılar.En son Litz hepimize kahve yaptı.Sonra uzun uzun sohbet ettik günün sonunda misafirperverlik devam etti yine kapıya kadar geçirdiler bizi.
  Gerçekten çok güzel vakit geçirdim o gün ve Korelileri Türklere çok yakın buldum. Avrupalılarda ya da özellikle İngilizlerde olan o soğukluk uzakdoğu insanlarında hiç yok nedense.Hepsi sürekli gülümsüyor ve sizinle konuşmak için çaba gösteriyor.Belki de bu yüzden arkadaşlarım en çok Asya'dandı bilmiyorum.Ve kendi dillerindeki isimlerini söylemek yabancılara zor geldiği için herkesin bir de İngiliz adı var, örneğin Litz'in adı aslında 'Ahyun Jeon'.Bu bana çok ilginç gelmişti ilk duyduğumda.Farklı milletlerin yemeklerini yemek güzel şey, fırsatınız olursa denemenizi öneririm...
                                                                      Pınaş:)

23 Ağustos 2010 Pazartesi

İngiltere Rüyası

  Bu yaz dil okulu için İngiltere'nin güzide şehirlerinden biri olan Cambridge'e gittim.Orada kaldığım altı hafta boyunca farklı milletlerden birçok kişiyle tanıştım,değişik kültürler hakkında bilgi sahibi oldum,çok farklı yemekler yedim,unutulmayacak arkadaşlar edindim ve İngilizcenin yanı sıra Japonca,İtalyanca,Korece ve İspanyolca'da da kendimi geliştirdim.
  Elli yaşında, yalnız yaşayan bir İngiliz Leydi'sinin diğer bir deyişle 'kedikadının' yanında kaldım.Cambridge'de evler genellikle müstakil ve bahçeli olmasına karşın benim şansıma ordaki az sayıdaki apartman dairelerinden biriydi benim evim.Şehir merkezine de bisikletle 13 dk uzaklıktaydı, aslında bu orası için uzak bir mesafe sayılabilir, ancak bu benim her gün uzun bir bisiklet yolculuğu yapmamı sağladığı için şikayetçi değildim.Ayrıca evde bir de kedi vardı, kedileri pek sevmem ama bu kedi bütün gün uyuduğu ya da yerinden kalkmaya üşendiği için pek bi samimiyetim olmadı.Belki de o evin tek güzel yanı Karen'in (kedikadının) aşçı olmasıydı.Haftalık bi yemek listesi vardı ve her gün birbirinden farklı ve lezzetli yemekler pişiriyordu.Hostfamily konusunda şanslıydım diyebilirim yani.
  Okula gelirsek,Cambridge'deki sayılı dil okullarından olan Kaplan Aspect'e gittim.Dersler kadar ders dışı birçok aktivite düzenliyorlardı; bisiklet turları, farklı şehirlere geziler, perşembe akşamları Avery'de buluşma gibi.Okulumda fazla Türk yoktu, en çok Güney Koreliler ve İtalyanlar vardı.İtalyan Eleonora, Meksikalı Alonso ve Japon Mayuko orda en  çok zaman geçirdiğim arkadaşlarımdı.Altı hafta sonunda onlardan ayrılmak çok zor oldu ancak eylülde Mayuko'nun dört günlüğüne İstanbul'a gelicek olması beni çok mutlu ediyor.
  Hızlı geçen İngiltere günlerinden sonra artık evimde sıkılmakla meşgulüm, bu yüzden bu blogu yazıp aklımda kalan şeyleri paylaşmak istedim, umarım beğenilir..

coldplay*

  En sevdiğim gruptur kendisi.Bilindiği üzere bu dört İngiliz birçok kişiyi kendine hayran bırakır her albümünde ve konserinde.Konserine gittin mi derseniz eğer, üzüntüyle 'hayır' diyorum ama en büyük isteğim bir gün onlar sahnedeyken tüm şarkılarına bulunduğum yerden eşlik etmek.
  Birçok şarkısını çok severim ama 'yellow' ve 'viva la vida'nın yeri ayrıdır bende.Son albümlerinin de adı olan 'viva la vida' İspanyolca'da 'yaşasın hayat' anlamına gelir belki de bu yüzden şarkıyı dinlerken içinizde oluşan garip mutluluğu (en azından bana böyle oluyor) engelleyemezsiniz.Şarkılarındaki enstrümantal havanın Chris Martin'in sesiyle birleştiği an ise onları diğer birçok gruptan ayırmaya yeter.
  Ben keman çalıyorum ve ister istemez dinlediğim şarkılardaki yaylı çalgıların seslerine dikkat ediyorum ve bu grubun en sevdiğim özelliği de piyanonun yanı sıra parçalarında yaylıların da büyük rolü olması.En sevdiğim grubun en sevdiğim şarkısıyla son veriyorum yazıma....

Look at the stars
Look how they shine for you
And everything you do
yeah,they were all yellow

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...