28 Ağustos 2010 Cumartesi

en tuhaf koleksiyonlar



  Sanırım küçükken herkes sevdiği şeylerin koleksiyonunu yapmıştır.Belki oyuncak araba, belki sticker, belki de futbolcu kartları.Benim de küçükken bu tarz koleksiyonlarım vardı ve hala bazı şeyleri biriktirmeye devam ediyorum.Mesela gittiğim her ülkeden oraya ait değişik anahtarlıklar alırım, eminim birçok kişi bunu yapıyordur ama benim en çok önem verdiğim koleksiyonum bu.Yukarda da resmini görüyorsunuz, belki şu an çok az ama gezip gördükçe sayıları artıcak.Böylece oralara ait anılarım hep canlı kalacak.

  İnternette biraz araştırdım insanlar nelerin koleksiyonlarını yapıyorlar diye ve 'dünyanın en ilginç 17 koleksiyonu'na rastladım ve paylaşmak istedim.Örneğin Valli Hammer isimli bu kadın evdeki, genelde bebeklerin banyolarında onlara eşlik eden, plastik ördeklerinin sayısını biraz abartmış sanki tam 2,469 tane ördeği varmış.


  
  Bu ise en ilginçlerden biri bence, tost makinası koleksiyonu.Jens Veerbeck tam 600 farklı model tost makinasını toplamış.

  Karen Ferrier isimli bu kadın ise ilk bakışta bana Cruella de Vil'i hatırlattı.Çünkü kendisi 3,500 adet dalmaçya desenli objeyi biraraya toplamış.





   
  Bunlar en tuhaf 17'nin bana en ilginç gelenleriydi.Eğer geri kalan koleksiyonları da görmek istiyorsanız bu siteyi ziyaret edebilirsiniz.Umarım size de ilginç gelmiştir...

24 Ağustos 2010 Salı

kisış değil 'kısır'!


  Kaldığım altı hafta süresince sadece iki haftasonumu Cambridge'de geçirdim.Ve bu haftasonlarımı da bir şekilde değerlendirmeliydim sonuçta az bir süreliğine oraya gitmiştim.Haftaiçinde sınıfımdaki Güney Koreli arkadaşlarımdan Litz bana Türk yemeklerini çok merak ettiğini söyledi ve haftasonu için beni ve başka birkaç arkadaşımızı daha evine davet etti.Normalde benim gibi kısa süreli gidenler okulun ayarladığı hostfamily'lerde kalıyor ancak Asya'dan gelen öğrencilerin süresi altı ay ve bir sene arasında değiştiği için, çoğunlukla birkaç arkadaş birleşip ev kiralamayı tercih ediyor.Biz de anlaştık ve cumartesi günü 'ev partisi' yapmaya karar verdik, ancak benim yemek yapmakla pek aram olmadığı için kara kara ne yapıcağımı düşünüyordum.Sonunda kısır yapmaya karar verdim, hem kolay hem de Türkiye'ye özgü bir şeydi.Benden başka Japonlar ve Koreliler de yemek yapıcaktı.

  Cumartesi sabah kızlarla alışveriş için sözleştik, tabi önce alışveriş yapmak lazımdı, burda bi arkadaşınızın evine gidip de hadi bir kısır yapalım gibi değildi olay.Oranın migrosu sayılabilecek Asda'ya gittik, her malzememi tek tek seçtim, daha sonra onları bisikletlerimizin sepetine yükledik ve yola koyulduk.Eve vardığımızda Kore misafirperverliğine beni çok şaşırttı.Aynı bizde olduğu gibi misafirlerini kapıda karşıladılar, hemen torbalarımızı alıp mutafağa götürdüler.Bisikletlerimizi park ettikten sonra biz de hemen mutfağa geçtik.Tezgahın bir tarafında ben kısır için uğraşırken diğer tarafta da Mayuko ve Rie okonomiyakiye başlamışlardı.Litz biz gelmeden çorbayı hazırlamış tabi bize yardım etmek için mutfaktaydı.Bu arada sürekli kapı çalıyor ve eve çekik gözlü akını devam ediyordu.Kısırı bitirip içeri geçtim, o sırada okonomiyaki de hazırdı ve hemen masaya oturduk.Ama büyük bi sorun vardı, sekiz kişiydik ve sadece dört tane çatal vardı.Ben telaşla içerde çatal arıyordum ancak masadaki bir düzine chopstick'i görünce Korelilerin evinde olduğumun farkına vardım ve yemeğe başladık.Hepsi (belki yemek sayılmaz ama) ilk kısırımı çok beğendiler ve adını sordular.Kısır dedim ama ilginç bir şey var ki bu yabancılar sonu 'r' ile biten kelimeleri söyleyemiyorlar buna alışmıştım çünkü bana da 'Pınaş' diyorlardı.Neyse kısır demek için çok uğraştılar ama kisıs, kesış ve kisış diyebildiler sadece.Okonomiyaki ve şu an adını hatırlayamadığım Kore çorbası da çok güzeldi.Yarım saaat geçmeden yemekleri bitirdik, bu sefer yemek yapanlar oturdu ve diğerleri bulaşıkları yıkadılar.En son Litz hepimize kahve yaptı.Sonra uzun uzun sohbet ettik günün sonunda misafirperverlik devam etti yine kapıya kadar geçirdiler bizi.
  Gerçekten çok güzel vakit geçirdim o gün ve Korelileri Türklere çok yakın buldum. Avrupalılarda ya da özellikle İngilizlerde olan o soğukluk uzakdoğu insanlarında hiç yok nedense.Hepsi sürekli gülümsüyor ve sizinle konuşmak için çaba gösteriyor.Belki de bu yüzden arkadaşlarım en çok Asya'dandı bilmiyorum.Ve kendi dillerindeki isimlerini söylemek yabancılara zor geldiği için herkesin bir de İngiliz adı var, örneğin Litz'in adı aslında 'Ahyun Jeon'.Bu bana çok ilginç gelmişti ilk duyduğumda.Farklı milletlerin yemeklerini yemek güzel şey, fırsatınız olursa denemenizi öneririm...
                                                                      Pınaş:)

23 Ağustos 2010 Pazartesi

İngiltere Rüyası

  Bu yaz dil okulu için İngiltere'nin güzide şehirlerinden biri olan Cambridge'e gittim.Orada kaldığım altı hafta boyunca farklı milletlerden birçok kişiyle tanıştım,değişik kültürler hakkında bilgi sahibi oldum,çok farklı yemekler yedim,unutulmayacak arkadaşlar edindim ve İngilizcenin yanı sıra Japonca,İtalyanca,Korece ve İspanyolca'da da kendimi geliştirdim.
  Elli yaşında, yalnız yaşayan bir İngiliz Leydi'sinin diğer bir deyişle 'kedikadının' yanında kaldım.Cambridge'de evler genellikle müstakil ve bahçeli olmasına karşın benim şansıma ordaki az sayıdaki apartman dairelerinden biriydi benim evim.Şehir merkezine de bisikletle 13 dk uzaklıktaydı, aslında bu orası için uzak bir mesafe sayılabilir, ancak bu benim her gün uzun bir bisiklet yolculuğu yapmamı sağladığı için şikayetçi değildim.Ayrıca evde bir de kedi vardı, kedileri pek sevmem ama bu kedi bütün gün uyuduğu ya da yerinden kalkmaya üşendiği için pek bi samimiyetim olmadı.Belki de o evin tek güzel yanı Karen'in (kedikadının) aşçı olmasıydı.Haftalık bi yemek listesi vardı ve her gün birbirinden farklı ve lezzetli yemekler pişiriyordu.Hostfamily konusunda şanslıydım diyebilirim yani.
  Okula gelirsek,Cambridge'deki sayılı dil okullarından olan Kaplan Aspect'e gittim.Dersler kadar ders dışı birçok aktivite düzenliyorlardı; bisiklet turları, farklı şehirlere geziler, perşembe akşamları Avery'de buluşma gibi.Okulumda fazla Türk yoktu, en çok Güney Koreliler ve İtalyanlar vardı.İtalyan Eleonora, Meksikalı Alonso ve Japon Mayuko orda en  çok zaman geçirdiğim arkadaşlarımdı.Altı hafta sonunda onlardan ayrılmak çok zor oldu ancak eylülde Mayuko'nun dört günlüğüne İstanbul'a gelicek olması beni çok mutlu ediyor.
  Hızlı geçen İngiltere günlerinden sonra artık evimde sıkılmakla meşgulüm, bu yüzden bu blogu yazıp aklımda kalan şeyleri paylaşmak istedim, umarım beğenilir..

coldplay*

  En sevdiğim gruptur kendisi.Bilindiği üzere bu dört İngiliz birçok kişiyi kendine hayran bırakır her albümünde ve konserinde.Konserine gittin mi derseniz eğer, üzüntüyle 'hayır' diyorum ama en büyük isteğim bir gün onlar sahnedeyken tüm şarkılarına bulunduğum yerden eşlik etmek.
  Birçok şarkısını çok severim ama 'yellow' ve 'viva la vida'nın yeri ayrıdır bende.Son albümlerinin de adı olan 'viva la vida' İspanyolca'da 'yaşasın hayat' anlamına gelir belki de bu yüzden şarkıyı dinlerken içinizde oluşan garip mutluluğu (en azından bana böyle oluyor) engelleyemezsiniz.Şarkılarındaki enstrümantal havanın Chris Martin'in sesiyle birleştiği an ise onları diğer birçok gruptan ayırmaya yeter.
  Ben keman çalıyorum ve ister istemez dinlediğim şarkılardaki yaylı çalgıların seslerine dikkat ediyorum ve bu grubun en sevdiğim özelliği de piyanonun yanı sıra parçalarında yaylıların da büyük rolü olması.En sevdiğim grubun en sevdiğim şarkısıyla son veriyorum yazıma....

Look at the stars
Look how they shine for you
And everything you do
yeah,they were all yellow

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...